Nerdesiniz Ey Dershane Yılları...

Omaroda liseyi bitirmek ile ilkokulu bitirmek arasında pek bir fark yoktu. Bir kere başladınız mı devamsızlık yapmadığınız sürece mutlaka liseden mezun olurdunuz.

Onun için bizde okumak denilen olgu dershane ile başlardı.

Dershane kimimiz için bir kaçış, kimimiz için bir kendini buluş idi.

Öyle bir buluş ki, kimimiz dağlarda buldu kendini, kimimiz Marksın komünist manifestosunda, sosyalistken çoğumuz, kimimiz Said-i Nursinin dizinin dibinde buldu kendini.

Elbette kaybedenlerimizde oldu. Liseyi bitirince, dershane yerine konsolosluk kapılarında sıra tutanlar. Kaybedenler diyorum çünkü şimdi avrupada pizzada, havaalanlarında, inşaatlarda çalışan bir zamanların doktor, mühendisleri, bilimadamları, belkide insanlığa daha faydalı olabilecek adamlarıydı onlar.

Kimimiz için bir yola baş koyuş idi. İçimizdeki genişliklere dar geliyordu artık bu köyün sınırları.

Avrupa ve onun bedava dağıtıldığı söylenen paralarına karşı bir ayaklanma. Veyselin ifadesi ile sendeki güzellik beş para etmez, bendeki bu aşk olmasa. Sizdeki mal, mülk beş para etmez, yarin ela gözlerine bakılmayınca, göğsüne baş konulunca duyulanın kalbinin sesi değil, aşk, aşk diye çarpan sevdanın sesi olduğunu bilmeyince.

İstanbulda, ankarada, izmirde, konyada, eskişehirde, niğdede otobüsten inilince biliyorduk ki, bu yürekte taşınan bir yangındı ve onu ancak bilginin közünde dağlayarak ve inanmanın örsünde vurarak yeni bir şekle sokabilirdik. Bilgi güçtü, kanattı ve o kanatlar üniversite denilen kimine göre belalı dağlarda takılıyordu.  İşte o dağlara, dershane denilen mahşerin sorgu odalarını andıran binaların içinden geçilerek varılıyordu.

O demler biz öğrenciler ikiye ayrılıyorduk, MAT-FKBli olanlar ve olmayanlar diye. MAT-FKBli olanlar daha şanslıydı galiba. Çünkü mahşerin sorgu odalarında çatık kaşlı adamlar değil, Fahrettin, Hakkı ve Orhan abilerin güler yüzleriyle karşılanıyorlardı.

Bu köyün tarihi bir gün yazılırsa, MAT-FKB dershanelerine mutlaka özel bir bölüm ayrılacaktır. Onlar benim gibiler için ancak bir şekilde tarif edilebilirler. Mahşerin Üç Atlısı. Mahşeri herkesten önce gördüler ve nicemizi o yoldan güvenle geçirdiler.

Dershane kapısından girdiğimde, şimdi tek hatırladığım şey içimde taşıdığım ‘bir güvercin tedirginliği’ydi ( Hrant Dink ruhun şad olsun). Tedirgindim ama içimde patlamak üzere olan enerjininde farkındaydım.

Dershane neydi diye sorarsanız, tek kelimeyle bir ‘Med-Cezir’ idi derim.

Gel-gitlerde salınan bir hayat.

Hergün bilginizi, inancınızı, aşklarınızı sorguladığınız bir kendi kendini kemirme dönemi yada bir nekahat dönemi.

Dershanede sınıftan daha önemli bir yer vardı.

Kaçamak bakışların başkenti, kafeterya.

Hafif rujlu dudakları, hafif ojeli tırnakları, coğunlukla ağır permalı saçları ve alıngan bakışlarıyla metropollerin aceleci kızları.

Biz tostları demli çayla ağzımız yanarak yerdik, onlar bir ürkek ceylan gibi hafifçe ısırarak yerdi.  İşte galiba aldığımız ilk ders buydu. Aşkın ateşinin yanında çayın ateşi hiçbir şeydi, hatta içmeye bile değmezdi.

Bir daha çayları hiç acele ederek içmedim.

Damsız girilmez yazılı sinemalarında büyükşehirlerin, ya onlar varken paramız yoktu, yada paramız varken onlar yoktu.

Çoğu zaman, gariban öğrenci evlerinin uğrayanı değil, sadece konu mankeniydiler.

Deneme sınavlarını dört gözle bekliyorduk. Bilmenin huzurlu adaletine teslim ediyorduk kendimizi. Dereceye girdiğimizde muzaffer bir ordu komutanı gibi karşılıyorduk hafif rujlu dudakların gülümsemesini.

Sonra nice günler sonra kendimizi en hazır hissettiğimiz anda üniversite giriş sınavına giripte, salondan dışarı adımımızı attığımızda biliyorduk, önümüzde mavi gözlü ve sarı saçlı bir fırtınanın, ardımızda ise mahşerin üç atlısının olduğunu...

Brusk Baran

Email: [email protected]

Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Misafir Avatar
ziyad 12 yıl önce

yazinin bir ve ikisinide okuma firsati buldum kendimi birinci bolume koydum , devamini bekleriz